Blogun amacı

Bu blog, felsefe bölümünde verdiğim "insan felsefesi" adlı dersin içeriğinin kısa bir özetinden oluşmaktadır, bu nedenle hedef kitlesi öncelikle dersi alan öğrenciler olmakla birlikte felsefeye gönül veren herkes bize katılabilir...

27 Şubat 2012 Pazartesi

2. DERS: Platon'un Düalist İnsan Anlayışı

Platon’un felsefi antropoloji açısından önemi nedir?

• Platon’un tüm felsefi sistemini üzerine inşa ettiği zemin nedir?

• Neden Platon böyle bir zemine ihtiyaç duymuştur?

• Platon doğrudan “insan nedir?” sorusunu sormak yerine niçin “adil bir devlet nedir?” sorusu ile başlamıştır?

• Platon, topluma ilişkin yaptığı çözümlemenin tekil birey için de geçerli olduğu fikrine nasıl ulaşmıştır?

• Platon’un Phaidros diyalogundaki at arabacısı örneği

• Platon’un mağara benzetmesi

• Platon’un sisteminin zemine yönelik ciddi bir eleştiri: Üçüncü Adam Argümanı

Platon doğrudan ve sistemli olarak bir felsefi antropoloji kurmamıştır. Ancak yine de Platon’u incelememizin nedeni, onun insanı akıl ve beden olmak üzere iki kutba ayıran görüşüyle ilk dersimizde eleştirdiğimiz akıl anlayışının tohumlarını atmış olmasıdır. Aklın rehberliğinden yoksun olan bedensel duygu ve istemelerin insanı köleleştirdiği kabulü, zamanla akla aşırı bir vurgu yapılmasına ve akıldan anlaşılanın farklılaşarak onun araçsal hale gelmesine neden olmuştur. Böylelikle insanı özgürleştireceği düşünülen aklın, 20. Yüzyılda onu daha farklı türden bir köleliğe düşürdüğü görülmüştür. Platon aklı ve bedeni birbirinden ayırarak ve bedenin aklın kontrolü altında olması gerektiğini ifade ederek zamanla akla yapılacak olan bu aşırı vurgunun da temellerini atmıştır.

Platon’un felsefi sisteminin dayandığı en temel kabul idealar teorisidir. Peki Platon neden idealar kuramına ihtiyaç duymuştur? Üzerinde konuştuğumuz şeylerden hepimizin aynı anlamı çıkarabilmemiz, değerlendirmelerde bulunabilmemiz için bir standart gereklidir. Tahtaya çizdiğimiz doğrunun gerçekten bir doğru olup olmadığını bilmemiz için önce bir doğru formuna sahip olmamız gerekir. Bir şeye güzel demek için önce kafamızda bir güzellik formu olmalıdır. O halde ölçme ve değerlendirmelerimizde bir standart olmak zorundadır. Çevremizde gördüğümüz şeyler değişmektedir, örneğin yeşil bir yaprak bir süre sonra kahverengine dönüşebilir. Ya da bir metre uzunluğundaki bir çocuk, bir süre sonra iki metre boyundaki bir insana dönüşebilir. Ama burada değişen şey, yeşil renge sahip olan yapraktır, uzunluğa sahip olan insandır. Rengin kendisi, başka bir deyişle renklik ya da uzunluğun kendisi değişmeden kalmaktadır. O halde Platon’u idealar kuramına götüren bir diğer neden de değişmeyen şeylerin varlığıdır. Daha güçlü bir sebep ise, ezeli-ebedi doğruların varlığıdır. “Şu an kar yağıyor” önermesi belli bir zaman dilimi içinde ve belli bir mekanda gerçekleşmektedir. Ancak “7x7=49” önermesi evrenin her yerinde ve her zaman diliminde doğrudur. Böylesi zorunlu doğruların varlığı Platon için her yerde ve her zaman geçerli olan adalet, iyilik, güzellik gibi başka formların varlığına gönderimde bulunmuştur. O halde hepimizin aynı şeyi anlayacağı ve ona yaklaşmaya çalışacağı bir adalet ideası vardır ve felsefe buna ulaşmamızı sağlayabilir. Öyleyse “adil bir toplum nasıl olur?” sorusuna yanıt bulunabilir.

Platon’un adil bir insanın neliğinden önce adil bir devletin neliğini araştırmaya iten en temel ve insani neden, kuşkusuz onun Sokrates’in öğrencisi olması ve bildiği pek çok şeyi kendisinden öğrendiği hocasının adaletsiz biçimde öldürülüşüne şahit olmasıdır. O halde Platon’un tekil bireyi ele almadan önce adil ve doğru bir toplum oluşturma çabası anlaşılırdır.

Adil bir devletin sahip olması gerektiği erdemleri Devlet’in 4. Kitabında inceleyen Platon, bilgelik, cesaret ve ölçülülük erdemlerinin gerçekleşmesi durumunda dördüncü erdem olan adaletin kendiliğinden gerçekleşeceğini ortaya koyar. Aklını kullanarak bilgelik erdemini gerçekleştirecek ve toplumu yönetecek olan kişi filozoftur. Cesaret erdemi ile toplumu koruyacak olan kişiler savaşçılardır, ölçülülük erdemini gerçekleştirerek toplumun maddi ihtiyaçlarını karşılayacak kişiler ise tüccarlardır. Böylelikle Platon toplumun üç ayrı katmandan oluştuğunu ifade eder. Her katmandaki insanlar kendi işlevlerini gerektiği gibi yaparlarsa, tıpkı bütün organlarının kendine uygun görevini yerine getirmesi demek olan sağlık gibi adil bir tolum da kendiliğinden oluşacaktır.

Platon’un bu üç parçayı insan ruhuna da uygulaması ilk çağda hakim olan makrokozmos ve mikrokozmos anlayışının bir ürünüdür. Evren ve insan, düşünce ve varlık ya da devlet ve insan birbirine benzer yapıdadır. İnsan, devletin küçük bir yansımasıdır. Bu nedenle toplum için geçerli olan yapı, tekil birey için de geçerlidir. Bu, daha sonra Aristoteles’in kategorilerinde somutlaşacak olan, sembolik mantıkta ise dilin dünyayı yansıttığı kabulüne gidecek olan anlayıştır.

Phaidros diyalogunda Platon verdiği at arabacısı örneğiyle üç parçalı ruh anlayışını netleştirir. Solda siyah ve hırçın bir at arabayı çekmeye çalışmaktadır, sağda yer alan beyaz ve uysal at ise arabacının kırbacına ihtiyaç duymadan yol almaya hazırdır. Arabacının görevi ise bu iki atı tek bir yöne sürmektir. Burada arabacı aklı ve aklı sembolize ederken, siyah at kontrol altına alınması gereken bedeni ya da iştahı, beyaz at ise ikisi arasında dengeleyici rol oynayan ve akla daha yakın olan iradeyi temsil eder. Arabacının erdemi bilgelik, beyaz atın erdemi cesaret, siyah atın erdemi ise ölçülülüktür.

Platon mağara benzetmesi ile aklını kullanmayan insan portresini somutlaştırır. Bu analojide mağaraya zincirlenmiş insan, bireyselleşmemiş, gördüğü gölgelerin gerçek olduğu yanılsaması içinde sorgulamadan yaşayan ve farkındalığı oluşmamış bir canlıdır, henüz onun bir kişi olduğundan bahsedilemez. Mağaranın tamamı toplumu simgeler, gölgeler; toplumda sorgusuzca kabul gören değer yargıları ve normları sembolize eder, zincir; aklını kullanmayan ve bedensel yanını kontrol altına almayan insanın köleliğini temsil ederken, ışık ise doxa karşısında yer alan gerçek ve doğru bilgi olan epistemeyi temsil eder.

Platon’un tüm sisteminin temelinde yer aldığını söylediğimiz idealar kuramı acaba gerçekten de sağlam mıdır? Eğer değilse Platon’un Adalet idesine göre şekillenen devlet kuramı da sağlam olmayacaktır. O halde dolaylı olarak insan anlayışı da sorunsal hale gelecektir. Platon’un Parmenides diyalogunda kendisinin ortaya koyduğu eleştiriyi üçüncü adam argümanı ismini vererek Aristoteles somutlaştırmıştır. Bu eleştiriye göre idealar kuramının temel ilkeleri arasında çelişki vardır. Bu nedenle de bu ilkeler, İdeaların sonsuzca (ad infinitum) geriye gitmesine dolayısıyla da açıklanamamasına neden olmaktadır. İdealar kuramının mantıksal ilkeleri şunlardır:

• Bir’in çok karşısındaki üstünlüğü

• Kendini yüklemleme

• Kendisinden pay almama

• Eşsizlik

• Birlik

• Saflık

A, B, C gibi büyük nesnelerin olduğu bir küme düşünelim. İlk ilke gereğince bu büyük nesnelerin kendisinden pay aldığı bir Büyüklük Formu olmalıdır (L1). İkinci ilke gereğince “Büyüklük, büyüktür”. O halde (A, B, C, L1) ‘den oluşan ikinci bir çokluk oluşturabiliriz. Yine İlk ilke gereğince bu çokluğun kendisinden pay aldığı bir birlik olmalıdır (L2). Üçüncü ilke gereğince hiçbir idea kendisinden pay almayacaktır. O halde L1 ile L2 özdeş değildir. Ancak bu durumda Büyüklük ideasından iki tane elde etmiş oluruz. Bu ise ideaların biricik ve tek oluşuyla çelişir. Her ideadan sadece bir tane vardır. İçinde A, B, C, L1 ve L2’nin de bulunduğu bir başka çokluk oluşturabiliriz. Bu durumda aynı mantıkla L3 formuna ulaşabiliriz ve bunu sonsuza kadar yapabiliriz. O halde idea ile nesneler arasındaki ilişkiyi açıklayacak üçüncü bir şeye gerek vardır. Aristoteles’in verdiği örnekle insan ile insan ideası arasında üçüncü bir insan olmak zorundadır. O halde Görülen odur ki Platon felsefesinin zemini sanıldığı gibi sağlam olmayıp, bu sonsuz döngü son bulmadan ideanın ne olduğu açıklanmış olmamaktadır.

http://www.youtube.com/watch?v=69F7GhASOdM


20 Şubat 2012 Pazartesi

Felsefi Antropolojinin Gerekliliği

Felsefe tarihinde insanın neliği sorusu ilk çağdan beri çokça incelenmiş olmasına rağmen bağımsız bir disiplin olarak felsefi antropolojinin ortaya çıkışı 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Niçin insan, kendisini felsefi bir sorun, bir bilgi nesnesi haline getirmek için bu kadar beklemiştir? Ancak 20. yüzyılda insan kendi sınırlarını kavradığı oranda, çevresine ilişkin bilgide sağlam temellere ulaşabileceğini anlamıştır. Peki insan kendi kendisiyle hesaplaşmak için neden bu kadar beklemiştir? Bilimde, sanatta teknikte hızla ilerleyen insanın aslında tüm bunlardan önce ilk yapması gereken kendi varlığına, amacına ve potansiyellerine ilişkin bir sorgulama değil midir?
20. yüzyıl bir taraftan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin doruk noktasına ulaştığı bir dönemken, diğer taraftan da iki dünya savaşı görmüş ve etkilerini derinden yaşamıştır. İnsanoğlu bir taraftan atomu parçalamanın sevincini yaşarken, diğer taraftan parçaladığı atomdan yaptığı bombalar ile binlerce kişinin ölümüne sebep olmuştur. Akıl bir taraftan insanlığın gelişimi için yegane araçlar temin ederken, diğer taraftan da paradoksal bir şekilde araçsallaşarak savaşlarla, soykırımlarla, insan hakları ihlalleriyle insanlığı yeni türden bir barbarlığa düşürmüştür. Aklın bir tahakküm nesnesine dönüşmesi ve aydınlanma idealinin beklendiği gibi sonuçlanmaması 20. yüzyılda artık "insan nedir?" sorusunun daha detaylı bir şekilde incelenmesini gerektirmiştir. İnsan gerçekten de salt rasyonel, toplumsal ya da ekonomik bir hayvan mıdır, veya anatomistlerin parçaladığı bir kadavra, salt dokulardan, vücut sıvılarından meydana gelen kimyasal bir bileşik midir? İnsan ve insanın pek çok olanağı salt hormonel düzlemde açıklanabilir mi? İnsanın hayatını idame ettirişinde salt aklı mı yol gösterici rol oynar, yoksa insanı insan yapan yanları arasında tutkusal, duygusal, paradoksal seçimleri ya da inancı da var mıdır? Kısacası insanın metafiziksel bir boyutu var mıdır, insan diğer canlılardan yapıca farklı mıdır yoksa arada sadece bir derece farkı mı vardır?
Bu dersin amacı felsefi antropolojinin belli başlı temsilcilerini ele alarak "insan nedir?" sorusuna verilen yanıtlardan yola çıkarak, kendi benliğimize ilişkin bir sorgulama etkinliği gerçekleştirmektir. Bu amaçla 20. yüzyıl filozoflarına gelmeden önce Sokrates'ten başlayarak Platon ve Aristoteles üzerinden insanı incemek faydalı olacaktır. Sonrasında 19. yüzyıl filozoflarından Kierkegaard ve Nietzsche incelenerek 20. yüzyılda felsefi antropolojiye geçilecek; Scheller, Gehlen, Cassirer, Mengüşoğlu, Sartre, Heidegger ve Camus'nün görüşleri incelenecektir. Son olarak da her ne kadar felsefe tarihi kitapları içinde yer verilmese ve filozof olarak anılmasalar da Kafka, Dostoyevski ve Shakespeare'in kitapları incelenecek ve insanın sınır durumlarına dikkat çekilecektir. Bu noktada unutulmamalıdır ki, filozof olmak sadece felsefi doktrinler benimsemek veya büyük felsefi sistemler inşa etmek demek değil, filozofça yaşamaktır. O halde söz konusu üç düşünürün de filozof olmadığını sanmak hatalı olacaktır...

1. DERS: Sokrates

Sokrates ve kendini bilmek



Sokrates felsefeyi önce göklerden yere indirdi, şehirlerin ve evlerin içine sokarak hayatı, ahlakı, iyi ve kötüyü düşünmeye zorladı...

Cicero



Kendini bil, böylece evren ve tanrılar hakkındaki gerçeği de öğreneceksin...



Kendini bilmek neden önemlidir?

Kendini bilmek nedir?

Sorgulanmamış bir hayat neden yaşanmaya değer değildir?

Psukhe nedir?

Kişinin dunamis'i nedir?

Arete-eudaimonia ilişkisi nedir?

İnsan yapısı gereği erotik ve daimonik bir varlık mıdır?

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği aklı mıdır?

Logos-ergon uyumu nedir?





Kişinin başka şeyleri öğrenmeden önce mutlaka kendini bilmeyi öğrenmesi gerekir. çünkü kişi ancak kendisini içsel olarak anladığında, izleyeceği yolu öğrenecek, yaşamı huzur ve anlam kazanacaktır. Önce kendini bilgi nesnesi edinen kişinin, etrafındaki diğer varlıklara yönelik bilgisi de daha sağlam bir zemine dayanacaktır.
Birşeyin ne olduğunu bilmek, onun, ne için olduğunu, hangi amaç için olduğunu bilmektir. Kendisinin ne olduğunu-hangi amaçla dünyada olduğunu bilmeyen, başka bir deyişle uğrunda yaşayacağı ve öleceği hakikatin peşinde olmayan bir insanın yaşamı, şüphesiz bitkisel bir yaşamın ötesine gidemeyeceği için yaşanmaya değer olmayacaktır. Kendini bilmek; dünya üzerindeki yerini, amacını, sorumluluklarını, insan olmanın ne anlama geldiğini, nasıl daha iyi ve daha doğru bir birey olunacağını, bütün canlılar arasında kendine özgü olanın ne olduğunu, hakkıyla, tam manasıyla insana özgü bir yaşamın ne olduğunu, kendi hakikatini nasıl gerçekleştireceğini bilmektir kısacası insan olmanın onuru kurtarmaktır. bu nedenle kendini bilmek, her zaman kendini gerçekleştirmeyi, eylemde bulunmayı içine alan bir praxis etkinliğidir.
Psukhe yani ruh kavramını moral içerimleriyle felsefe tarihine sokan ilk kişi Sokrates'tir. insanların salt içgüdüsel faaliyetlerden aldıkları hazlar peşinde koşmaktan ziyade birer birey olarak kendi karakterlerini ahlaki bakımdan geliştirmeleri için sorgulayan Sokrates, psukhe'ye özen göstermenin önemini vurgulamıştır. Kendini bilmek, kişinin kendi dunamis'inin yani ne yapmaya muktedir olup olmadığının başka bir deyişle sahip olduğu potansiyellerin bilgisidir. Kendini bilmek, ruhun bütün yetilerini bilmek ve onları hayata geçirmektir.
Psukhe'yi bilmek, psukhe'nin amacının eudaimonia olduğunu bilmektir. Eudaimonia, arete'ye (erdem) uygun eylemde bulunularak elde edilebilecek olan en yüksek mutluluktur. Başka bir deyişle, eudaimonia, ruhun erdemlerini, ruhun hayata geçirildiği zaman erdemli olmasını sağlayacak ergon'u (işlev)bilmektir. Sokrates, insanların kendi benliklerine yönelik bu tarz bir soruşturma yapabilmeleri için, onları sorgulayarak zihinlerindeki sanıları temizler ve yerlerine doğrularını koymaları için düşünmelerini sağlar. Bu nedenle de onlara hiçbir zaman erdemin ne olduğunu doğrudan dikte ettirmez.
Sokrates'in insanı diğer canlılardan ayıran en temel özelliğinin ruhu olduğunu söylemesi, ruhun erdemli yaşamına yaptığı vurgu ve erdemi en nihayetinde bilgiye eşitlemesi onun insan aklını ve refleksiyonunu yücelten bir filozof olarak yorumlanmasına ve Apollonik kültürün başlatıcısı olmaktan sorumlu tutulmasına neden olmuştur. Ancak bu yorumda gözden kaçırılan oldukça önemli bir nokta bulunmaktadır. Onun rasyonel temellere dayanan sorgulama etkinliğinin gerisinde hiç de rasyonel olmayan ve tüm felsefi etkinliğinin dayandığı mistik bir deneyim yatmaktadır. Sokrates, Delphoi tapınağındaki kehanet üzerine felsefe yapmaya başlamıştır. Onun en bilge kişi olduğunu ifade eden kehanete inanmaması ancak Tanrı'nın sözlerinde yanılamayacağına olan inancı doğrultusunda insanları sorgulamaya başlaması ve bir süre sonra Tanrı'nın kendisini bu amaç için görevlendirdiğini düşünmeye başlamasının temelinde Sokrates'in sahip olduğu eros vardır.Sokrates'in içindeki eros onun kendisini tanrının rehberliğine açık hale getirmesini ve tutkusal bir görev olarak felsefe yapmaya başlamasını sağlamıştır. Ancak bu tutku basitçe insani bir tutku değil, daimonik doğaya sahip bir tutkudur. Daimon, mitolojide yarı tanrı yari insan anlamına gelir ve tanrısal bir güçle aydınlanmış kişiler için kullanılır. Eros, Sokrates'i felsefe yapmaya çağrırken, daimon ise onu felsefe dışında başkaca işler yapmaktan alıkoyan engelleyici bir güç olarak karşısına çıkmıştır. Eros teriminin Yunanca kökeni soru sormak anlamına gelen erotan fiilinden türediği düşünülürse Sokrates'in felsefi etkinliğindeki yeri daha da netleştirtirilebilir. Eros ve daimon ile insanın içindeki tanrısal sese kulak vererek sahip olduğu ruhsal boyutu mükemmelleştirme çabası, Sokrates'in felsefesinin irrasyonel boyutunu oluşturmaktadır. o halde insanın onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliği salt ruhsal ve akılsal yanı değil, onunla beraber giden erotik, tutkusal ve irrasyonel yanıdır da. En yüksek mutluluk anlamına gelen eu-daimonia teriminin içinde daimonia teriminin bulunması tesadüf değüildir.
Felsefe Sokrates için yalnızca ruhun erdemlerin bilgisine ulaşması demek değil, aynı zamanda bu erdemlerin bilgisini pratik yaşamında somutlaştırmasıdır. o halde felsefe yaşamın ta kendisidir. Hem gerçek bir filozofun hem de filozofça yaşayan bir bireyin sözleri ve eylemleri arasında uyum bulunmalıdır. Sokrates'in sözleri ve eylemleri arasında yaşamında da ölümünde de uyum olduğu görülmektedir. felsefe; teoria ile praxis, düşünce ile hayat, aktüel olan ile ideal olan ya da logos ile ergon arasındaki uyumdan başka birşey değildir. Bir bireyin hayatında ergon olarak aktüel hale gelmemiş bir logos felsefi değildir. Felsefeyi düşüncelerine uygun eylemlerde bulunmayacak kadar az seven biri filozof adını hak etmemektedir. düşünmek ve yaşamak bir ve aynı şeydir...