Paradoksu olmayan bir düşünür, tutkusuz bir aşığa benzer: Sıradan bir insan…
Kierkegaard
Kierkegaard 19. yüzyılın ikinci yarısında bilimsel ve teknolojik gelişmelerin doruk noktasına ulaştığı bir dönemde tutku, paradoks, absürt, varoluş, içsellik, öznellik, hakikat, iman kavramlarına vurgu yaparak felsefenin seyrini farklı bir yöne doğrultmuştur. Kierkegaard’ın insanı artık buraya kadar incelediğimiz filozofların insan anlayışlarından farklı olarak inanan, dini boyutu ön plana çıkan bir varlıktır. Nietzsche ile öldürdüğümüz tanrıyı bu hafta Kierkegaard ile birlikte yeniden dirilteceğiz ve insanı tanrı ile ilişkisinde inceleyeceğiz.
Bu derste ilk hafta belirttiğim gibi Kierkegaard’ı Sokrates ile ilişkisinde anlamaya çalışacağız. Çünkü Kierkegaard’ın çabası bütünüyle Sokratik bir çabadır. Antik Çağ’dan alınan Sokratik mirası Kierkegaard üzerinden yeniden sunmaya çalışarak felsefi söylemin, söz konusu filozoflarca ifade edilen biçim ve içeriğinin insanın kendi yaşamının anlamı ve amacı üzerinde kafa yormasını sağlayacak en büyük fırsat olduğunu ortaya koyacağız. Böylelikle geçen ders Nietzsche’nin sürü insanı hakkında konuştuklarımız çerçevesinde eleştirdiğimiz günümüz insan portresinin Kierkegaard’ın felsefi yöntemi ile değiştirilebileceğine dikkat çekeceğiz. Bu değişimin yöntemi, Sokrates’ten kalan erdem soruşturmasının Kierkegaard’da bulduğu yansımalar çerçevesinde mümkündür. Bu bağlamda Kierkegardcı söylemin Sokratik erosun daimonik doğası, çürütme ve doğurtma, diyalog, ironi ve diyalektikle olan ilişkisini konuşacağız.
Sokratik erdem soruşturmasının Kierkegaard’ın hakikat arayışında, çürütme ve doğurtmanın Kierkegaardcı dolaylı iletişimde büyük rolü vardır ve dolaylı iletişimin insanların ulaşılan bilgiyi kendilerine mal edebilmelerini sağlar. Kierkegaard’ın niçin eserlerinin çoğunu takma adlarla kaleme aldığı ve bunun Sokratik diyalog ve diyalektik yöntemle olan ilişkisi ortaya konularak, dikkatli bir biçimde kullanılan ironinin insanların, hayatın her alanına yönelik bilgiyi sorgulamadan hazır kalıplar şeklinde almalarını engellediği ve onları kendi başlarına düşünmeye sevk ettiği görüşü netleştirilecektir. Sokratik erosun Kierkegaardcı tutku ve imanla benzerliğine de dikkat çekilerek rasyonel hayatının gerisinde yer alabilecek bazı irrasyonel durumların ve duyguların hakiki bilgiye giden yolda oynadığı role değinilecektir.
Kierkegaard, felsefe tarihinde birey kategorisini ilk kez kullanan filozofun Sokrates olduğunu düşünmüştür. Sokrates’in aksine pek çok eser kaleme almakla beraber, Kierkegaard’ın eserlerinin hiçbirinde tıpkı onun gibi doğru olanın ne olduğuna ilişkin didaktik nitelikte söylemler bulmak mümkün değildir. O, sadece belirli varoluş alanlarına ait yaşam tarzlarını ortaya koymuştur fakat hangisinin içinde olduğu ya da hangisini seçmesi gerektiği kararını okuyucuya bırakmıştır. Kierkegaard, okuyucunun kendi başına kalarak düşünmesini ve kendine ait sonuçlar çıkarmasını istemiştir.
Kierkegaard’ın görüşlerini anlamak için öncelikle onun yaşadığı dönemi nasıl nitelendirdiğine ve bu dönemde Hıristiyanlığın nasıl yorumlandığına kısaca değinmek gerekmektedir. Çağını tutkudan yoksun bir düşünce çağı olarak nitelendiren Kierkegaard, insan varoluşu için gerekli olan her şeyin, sınırları belirlenmiş birer öğreti haline getirildiğini belirtmektedir. Bilimin hızla ilerlemesi ile ona duyulan sarsılmaz güven sonucunda bilimsel metodun insan hayatının neredeyse her alanında söz sahibi olması, ona göre varoluşun doğasını bozmaktadır. Yaşadığı dönemi şiddetle eleştiren filozof, insanların, birey olmanın ne anlama geldiğini unutarak, ancak topluluk içinde var olabilen korkak varlıklara dönüştüklerini ifade etmektedir. Kierkegaard’a göre modern çağda kitle halinde yaşamaya alışan insanların tek başlarına eylemde bulunmaları, eylemlerinin başlatıcısı olmaları ve sorumluluğunu almaları artık çoğunlukla imkânsız hale gelmiştir. Onlara nerede, ne zaman ve nasıl davranacakları belirsiz ama sağlam bir biçimde dikte edilir. Böylelikle insanların tutku ve paradoksla yüzleşme olanakları ellerinden alınarak hayatları salt düşünceye indirgenir ve kendi benliklerinin farkına varamayacak biçimde normlara uygun yaşamaları sağlanır. Bu ise Kierkegaard’ın gözünde yaşamak bile denemeyecek kadar zavallı bir durumdan fazlası değildir. Ona göre artık kimsenin gerçekten yaşadığını iddia etmeye hakkı yoktur, çünkü bir örnek yaşanan ve içinde özgünlüğe hiç yer olmayan bir hayat yaşanmaya değer değildir.
Bir varoluş filozofu olarak Kierkegaard da Nietzsche gibi tehlikeli bir yaşamı savunmaktadır. Tehlikeli yaşamak belirsizliği ve rastlantısallığı içine alır. Mutlak kesinliğin olduğu yerde risk ve belirsizlik de yoktur ancak tutkunun nesnesi gözle görülebilir ve kanıtlanabilir olmadığı için belirsiz olana inanma riskini içinde barındırır. Kierkegaard’a göre nesnel açıdan belirsiz olan ile içselliğin sonsuz tutkusu arasındaki köprü iman ile kurulur. Eğer Tanrı’nın varlığı nesnel olarak kanıtlanabilir olsaydı, İbrahim’in oğlunu kurban etmek için imana sahip olması gerekmezdi. O, Tanrı’nın ona yeni bir oğul vereceğinden emin olsaydı, içindeki sonsuz tutkunun ıstırabını derinden hissetmez ve kendini mutlak belirsizliğe bırakıp risk almazdı. İmanın nesnesi olan hakikat, bu nedenle Kierkegaard’a göre özneldir, nesnel olarak bilinemeyen bir şeyin hakikat oluşu onun paradoksal doğasını gözler önüne sermektedir. Paradoksun konusu Kierkegaard’a göre absürttür. Kierkegaard’ın absürde ilişkin en çok kullandığı örnek, Tanrı’nın İsa bedeninde cisimleşerek varoluş içine girmesidir. Tanrı bir birey olarak zamanda varlığa gelmiş, tıpkı bir insan gibi doğmuş, yetişmiş, çalışmış ve evlenmiştir. Absürt, akılla kanıtlanabilir ya da en azından muhtemel hale getirilebilir değil, sadece tutku ile iman edilebilecek bir şeydir. Bu, onun hakiki ya da olgusal olmadığı anlamına gelmemektedir. Kierkegaard’a göre absürdü ortadan kaldıran tek şey imandır. Nesnellik ve iman birbirlerine bütünüyle karşıt olan iki şeydir. Hegel’in Tanrı’ya Mutlak Geistın özelliklerini ve gelişimini tanımlarken başvurduğunu ifade eden Kierkegaard, Hıristiyanlığın temel hakikatlerini kozmik süreçlere indirgediği iddiasıyla Hegel’i eleştirmektedir. Hegel’in geistının insanlıktan ayrı bir varoluşa sahip olmadığını düşünen filozof, Hegel’in Tanrı’nın sadece kendi bilincine vardığı zaman Tanrı olduğunu ve kendi bilincine sadece insan aracılığıyla varabildiğini söylediği için Hıristiyanlığın mesajına zarar verdiğini ifade eder. Ona göre Hegel’in sistemini kabul etmek, tutkularıyla varolan bireyin rolünü salt bir temsile indirgemek anlamına gelmektedir. Salt bir temsilin absürtü yaşaması ise imkânsızdır. Hakikate ulaşma yolunda kişinin kendisini absürdün sonsuzluğuna teslim edişi, Kierkegaard’a göre imandan önceki son aşamadır. Sadece sonsuz teslimiyet bireyin ebedi geçerliliğini kendisine açarken, kendi varoluşunun farkına varmasını sağlar. Sonsuz teslimiyet hamlesi ile farkındalığı kazanılan şey, kişinin, varoluşun paradoksu olan iman içindeki hakiki boyutudur.
1 yorum:
bir türlü oturtamadığım tek konu insan neden etik yaşamdan imanlı yaşam tarzına geçtiği?
Yorum Gönder